Osmanlı ve Atlar. Yıllar öncesinde, İstanbul’un tüm sokakları ve hatta meydanları atın egemenliğinde idi. Atın geçmediği bir sokak öylesine yadırganırdı ki, Fener’deki bir sokağa “At Geçmez Sokağı” adı konmuştur.. Bizans döneminde at yarışlarının yapıldığı Hipodrom’un bulunduğu alana Osmanlı’nın “At Meydanı” demesi de bu hayvana karşı duyulan saygıdandır.
Ata kolay binilmesi için sokak başlarına konulan binek taşları da dökülen asfalt katmanları arasında kaybolup gitmiştir artık.
Osmanlı konaklarında atlara bakmakla görevli seyis, tavla uşağı ve tımarcı gibi çalışanların başında “emir-i ahur ağa / imrahor” denilen bir yetkili vardı. Ahırın tüm sorumluluğu ona aitti. Atlardan çok iyi anladığı için, gündelik yaşamda saygı görür, nereye gitse hatırı sayılırdı.
Harmani renkli atlar diğerlerine göre daha kuvvetli kabul edilirdi. Uzun boyunlu, uzun kirpikli, kulakları ince ve uzun, bakışı güzel olan ata ise “yüzünde sabah rüzgarı var” anlamına gelen, “yüzünde bad-ı saba var” denilirdi. İki kulak arası geniş, dişleri ufak, yüzündeki elmacık kemikleri küçük, omuzları yüksek ve en önemlisi sudan geçerken önce sağ ayağını atan atlar pek makbuldü.
Atın alnındaki beyaz leke burnunu geçer de, alt dudağına kadar uzanırsa “mühürlü” denilir ve makbul sayılmazdı. Bütün bu özellikler İstanbul’a getirilen ve Fatih Camii çevresinde haftanın belirli günlerinde kurulan “Atpazarı”nda satılan atlarda aranılırdı.
Ata binmek, at üstünde görünmek gücün simgesidir. Kanuni Sultan Süleyman (üstte ) son seferine çıkarken hastaydı. Ama, güçsüz bir padişahın askerlerin moralini bozacağını bildiğinden, sarayından at üstünde çıktı, İstanbul sokaklarını at üstünde geçerek halka moral verdi ve Davutpaşa’ya geldiğinde artık gücü tükendiği için, arabaya binmek zorunda kaldı.
Osmanlı padişahlarının ata en fazla tutkun olanı Dördüncü Murad idi. Şair Nefi’nin atları için bir “kaside-i rahşiye” yazdığı Dördüncü Murad’ın 400 binek atı, 50 yarış atı ve kendisine özel 9 atı vardı. En sevdiği atlarının adları “Tayyar”, “Dağ Delisi” ve “Celali Beyazı” olan padişahın ölmesinin ardından, bu üç at, eyerleri sırtlarına ters konularak cenazeye katılmıştı.
İkinci (Genç) Osman’ın çok sevdiği atı “Sisli Kır” ölünce, Üsküdar Sarayının çevresine gömüldü. Selimiye Kışlası ve camii yapılırken atın mezarı açıkta kaldı. Böylelikle, İstanbul’daki hasta atların şifa bulmaları için getirildiği “At Evliyası” inancı da doğmuş oldu!
13 Aralık 1754’te, Birinci Mahmud, rahatsız olduğundan dolayı, cuma selamlığı için saraya yakın olan Ağa Camii’ne gitmeyi tercih etti. Namaz dönüşü Demirkapı’dan geçerken atının üstüne yığılıp kaldı. Bu durumu gören rikab ağalarının, padişahı kucaklayıp yere indirmelerinin ardından, Birinci Mahmud’un at sırtındayken ölmüş olduğu anlaşıldı. Bahçekapı’daki türbeye gömülen padişahın, at sırtındayken baygınlık geçirdiği, ölü sanılarak gömüldüğü, başucunda Kur’an okuyan hafızların mezardan boğuk sesler duyarak kaçıştıkları uzun zaman İstanbulluların dilinden düşmedi.
Halk arasında en çok konuşulan atlardan biri de, İkinci Abdülhamid’e Ahmet Adnan Paşa tarafından hediye edilen bir Arap atıydı. Bu at, cuma geceleri yem yemeden ve su içmeden yemlik önünde durur ve de ön ayaklarını yere koyarak öylece kalakalırmış. Söz konusu at, Padişah tarafından Plevne Gazisi Osman Paşa’ya verilmiştir.